“Siz değil hücreleriniz aç kalsın,” sloganıyla yayımlanan eserde şehir efsanelerine de ayrı bir önem atfedilmiş. “Üzgünüm ama yağ yakıcı çorba henüz bulunmadı ve sabah suya eklediğiniz limon da sizi zayıflatmayacak!” iddiasıyla yola çıkan kitap, bireylerin kilo vermekte neden zorlandığına, buna hangi alışkanlıkların sebep olduğuna ve neler yapılması gerektiğine odaklanıyor.
Yıllardır diyetisyen diyetisyen gezip kilo veremeyen, kilo vermek için yemeden içmeden kesilen ama yine de başarılı olamayan insanlardan, kronik hastalıklarıyla mücade etmekten yorulan bireylere kadar kilo problemini geniş bir açıdan değerlendiren Demirkaya, “Bugün konuştuğumuz tüm sağlık sorunlarının ve fazla kilonun sebebi, bize ulaşma çabasını görmezden geldiğimiz vücudumuzla iletişimimizin kopuk olmasıdır. Kimse çok yediği için kilo almaz! Kilo almak bir yan etkidir ve buna neden olan hastalık iyileştiğinde fazla kilo da ortadan kalkar,” iddiasında bulunuyor.
Gluteni Biliyorduk Ama Lektini Hiç Duymadık!
Ünlü diyetisyen, Lektin adlı protein ile kilo alma arasındaki bağdan da bahsediyor. Toplumun büyük bir kısmının yıllardır dilimize pelesenk olan gluten ve etkilerini az çok bilmesine rağmen, lektinin varlığından bihaber olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Beslenme bir farkındalık ve kişisel gelişim konusudur. Sürdürülebilir ve gerçekçi olması da bir o kadar önemlidir. Peki, ya kilo almanızın sebebi Lektin denilen proteinse? Ya çok yediğiniz için değil de, lektinden zengin ve yanlış yiyecekler yüzünden kilo alıyorsanız? Evet, Lektin şişmanlatır!”
Diyetisyen Pınar Demirkaya, yakın zamanda konuşulmaya başlanan “Lektin” dosyasını açarken, aynı zamanda okura sağlıklı beslenmenin ve hastalıklardan kaçınmanın bütüncül yollarını anlatıyor.
Kitaptan…
Hayatta kalabilmek adına ruhsal ve fiziksel bütünlüğünü korumak zorunda olan avcı-toplayıcı atalarımız, ihtiyaçlarını doğadan temin edebilmek için “sağlıklı” olmak zorundaydı. Çünkü doğal seleksiyon, "survive" yani türünü devam ettirme yasası bunu gerektiriyordu. Besin bulmak, barınmak, üremek ve yavruların hayatta kalmasını sağlamak için sürekli hareket halinde ve aktif bir yaşam süren avcı-toplayıcılar tarım devrimi ile yerleşik hayata adım attıkları andan itibaren, hayatta kalma refleksi yerini daha fazla ürün alma kaygısına bıraktı.
Bu kaygı aynı zamanda günümüz toplumunun, özel mülkiyetin yani kapitalizmin temellerini attı diyebiliriz. Sorumlusunun bir avuç bitki türü olduğu tarım devrimi ile insanlık, bitkiyi evcilleştirdiğini sandı, oysa gerçekte olan bir avuç bitkinin insanı kendi kölesi yaptığıydı.
Köle kelimesi kulağa sert geliyor olabilir fakat “Ekmek olmadan yapamam, ben veganım, soya ve nohut ile besleniyorum, bulgur benim hayatım, nasıl yani sushi de mi yok…” diyen danışanlarıma, “Ama bunlar sana zarar veriyor, üstelik mesela pirinç besin değeri düşük bir gıda maddesi ve sen bunları tükettiğinde aslında doymuyorsun, hücrelerini beslemediğin yani aç kaldığın için de sürekli yiyorsun, yeme alışkanlıkların bozuluyor ve doğal olarak da kilo alıyorsun!” dediğimde, “Ben onlarsız yapamam,” cevabını alıyorum. Ekmek olmadan yaşayamayacağına inandırılmış koca bir toplum (maalesef alım gücü düştükçe ekmeğe olan bağımlılık artar) insanın tarım devriminin nasıl da kölesi olduğunu gözler önüne sermeye yetmez mi? Bir lektin türü olduğundan dolayı başta ekmek olmak üzere gluten içeren gıdalar ve diğer lektin bakımından zengin besin maddeleri sağlığınızı uzun vadede ve yavaş yavaş bozmakla kalmaz, tabir yerindeyse sizi tahıla bağımlı bir beslenme modeline mahkûm eder.