İşgal altındaki bir ülkede, toprağın bağımsızlığını sağlamaktan ziyade, 'zihinlerin prangalarını kırmak' daha zorlu bir mücadeledir.

O dönemdeki iddia edilen Osmanlı aydınları, emperyalist devletlerin izin verdiği ölçüde 'aydın' olurken, vatanları için fedakarlık yapan subaylar ise 'kurtuluş' çözümleri arayarak ülkelerini refaha kavuşturmanın peşinde sokaklarda dolaşıyorlardı.

Günümüzde etnik ayrılıkçılığı ve batılı medyanın 'aydın' olarak tanımladığı Mevlanzade Rıfat isimli kişi, o dönemde Osmanlı ordu komutanlarına hakaret ettiği bir gazete üzerinden gündeme gelmişti.

Sinan Meydan'ın "Hafıza" adlı kitabında anlatıldığına göre, Mevlanzade Rıfat'ın sahibi olduğu gazetede Osmanlı ordu komutanlarına hakaret edilmiş, bu duruma Mustafa Kemal Atatürk hemen tepki göstermiş ve Harbiye Nezareti'ne bir dilekçe yazarak bu iftira ve hakaretlere karşı hukuki işlem başlatılmasını istemişti.

Atatürk, dilekçesinde iftira ve hakaret içeren yazılar nedeniyle ordu komutanlarının itibarının zedelendiğini belirtmiş, kendisinin ve ordunun namuslu olduğunu vurgulayarak, hukuki sürecin başlatılmasını talep etmişti.

Ancak ilginç bir şekilde, Harbiye Nezareti, Atatürk'ün dilekçesini değerlendirmek ve hukuki işlem başlatmak yerine, dilekçeyi gazeteye göndermişti. Atatürk, durumu fark edince avukat Sadettin Ferit Bey'i görevlendirerek zaman kazanmış ve davanın sona ermesini sağlamıştı.

6 yıl sonra, 1925'te Atatürk, avukat Sadettin Ferit Bey'e dönerek davayı hatırlayıp hatırlamadığını sormuş, davayı açan kişinin kim olduğunu sormuştu. Sadettin Ferit Bey, davayı hatırlayarak Atatürk'ü mahkum etmediklerini belirtmiş, ancak Atatürk, davayı açan kişiyi hatırlamamıştı.

Bu olay, Mevlanzade Rıfat'ın Cumhuriyet'in kurucularını suçlamaya devam ettiği bir dönemde gerçekleşmişti. Bugün bile, benzer şekillerde 'din' adı altında cumhuriyet düşmanlığı yapanlar, kendi ideolojileri doğrultusunda benzer düşünce kalıplarında hareket etmektedirler.