Libas deyüp alamet-i Mus’ab beyhude yevmiye
Figan eyleme zevk-ü sefa kalır mı kimesneye
Hilafet konusunda tartışmalar mevcuttur ki kulağımıza çalınmış olmasın bazı konulara vakıf isek eğer. Mevzubahis tartışmaların çıkış noktası olan “Al-aimma min-Kurayş” hadisi gereği klasik anlamda siyasi gücü haiz halifelik geleneği Kureyş sülalesinden gelen kişilerin kullanım tekelinde sayılmış olmakla birlikte Kureyş sülalesinden olmayanların hilafet iddiası daima meşruiyet sıkıntısı çekmiştir.
Ne var ki özellikle Selçuklu sülalesinin Orta Doğu ve bilhassa Abbasi bölgesinde hâkim konuma gelmesiyle hilafetin siyasi ve dini temellerine dair bir münakaşa başlamış olup çözülen Abbasi varlığını bir arada tutmaya çalışan ve fakat en nihayetinde hükmünün Bağdat vilayetinden zor taştığı Abbasileri meşruiyetlerini sağlamlaştırarak sembolik bir halife konumunda dahi olsa savunmayı kendisine maksat edinmiş olan Maverdi’nin aksine Cüveyni yukarıda bahsettiğimiz hadisi uydurma hadislerin çoğaldığı bir dönemde, var olan maslahatı korumak gayesiyle Allah’ın Kureyş’e tanıdığı bir nimet olarak yorumlayacak ve istidlalden mütevellit bu hadisin halifelik için aranan bir meşruiyet şartı olmadığını aksine pragmatist şartların yani bir insana tabi olmamak, yetenekli olmak, kudret sahibi olmak ve günahtan sakınmanın daha elzem ve aranması gereken meşruiyet özellikleri olduğunu savunarak dini bütün her Müslüman liderin yeterince gücü varsa halife olmasını sağlayacak zemini inşa edip siyasi güçten kopmuş ve Haçlı Seferlerinde görüldüğü gibi toplumsal etkiden ıraklaşmış halifeliği daha gerçekçi bir hale büründürecektir.
Binaenaleyh Moğol’dan kaçan Abbasiler Kahire’de Memluk Sultanının gölgesi altında da olsa varlığını devam ettirip halifenin en mühim görevlerinden olan Hac’ın güvenliğini dahi sağlayamayarak bu görevi Memluklara devredeceklerdir.
Fatih Sultan Mehmet zamanından beri ise Osmanlılar Hac’ın güvenliğini ve temizliğini sağlamak için çabalara girişecek ve her çabaları Memluklerin direnişi neticesinde kırılıp krize sebep olacaktır. II. Bayezid döneminde vuku bulan uzun Osmanlı-Memluk savaşının sonuçsuz kalmasını müteakip Yavuz Sultan Selim tarafından gerçekleştirilen Mısır Fethi ve Memlukların nihai yok oluşuyla birlikte rivayete göre Halife El-Mütevekkil, Ayasofya Camii’nde Yavuz Sultan Selim lehine halifelikten ferağ edecektir. Mamafih bu devir işlemi rivayet olması bir yana meşruiyeti sağlamak açısından yeterince kudretli de değildir, zira Bağdat’ın 1258’de düşmesinden beri pek çok İslam sultanı ,ki buna önceki Osmanlı padişahları da dahildir, halife unvanını kullanmış ve halifelik klasik etkisinden hayli kopuklaşmıştır.
Yavuz Sultan Selim ise ister bu devir teslim töreni gerçekleşmiş olsun ister olmasın yazdırdığı fetihnamelerde Hilafet-i Ulya üzerinde oturduğu söyleyerek tüm İslam toplumunun sadakat yeminini talep edecek, ardılı olan oğlu Kanuni Sultan Süleyman ise saltanat makamı yanında hilafet makamına da oturduğunu söyleyerek babasının göz hapsine aldırdığı El-Mütevekkil’i soyunun hilafet üstünde hiç hak iddia etmeyeceği yemini üzerine Şam’a rahat bir yaşam yaşaması için gönderecektir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Portekiz, Rus ve Safevilere karşı yardım talep eden Müslüman emirliklere gönderdiği destekler ise, Hilafet-i Ruy-i Zemin’in Allah tarafından Osmanlılara bahşedildiği ve bu halifelik anlayışının Abbasilerin güçlü olduğu zamanlarda anlaşılan klasik siyasi hilafet anlayışından ziyade diplomatik ve denge unsurunun bir sonucu olarak yola revan edilecektir. Zira Mekke Şerifi tarafından da “varis el-hilafet el-kübra” olarak tanınan Sultan Süleyman döneminde şekillenen yeni hilafet nazariyesi, klasik anlayıştan farklı olarak Osmanlıların İslam dünyasında mevcut tek otoriteden ziyade dini vecibeleri ve Müslümanların gayrimüslim devletlerce tehdit edilen canlarını korumak için geliştirilmiş yeni bir üstün otoriteden ibaret olacaktır.
Devam eden süreçte 1727’de İran’a hâkim olmuş olan Afgan Eşref Şah’ın da mülhid olarak kabul edilen İran Şii halkını baskılayarak Osmanlıların halifeliğini kabul etmesi ve Babürlerin de hilafet iddiasından vazgeçmesi ile Osmanlılar, hilafet unvanının tek sahibi haline gelecek ve 1774’te kaybedilen Kırım’ın siyasi yapısının Müslüman olması sebebiyle saltanat makamından ayrı olarak hilafet makamının gerektirdiği hakların kullanımı da Osmanlı anlayışındaki hilafete son şeklini verecektir.
Çok üzücüdür ki klasik halifeliğinin Abbasiler neticesinde zayıflayıp dağılması gibi Osmanlı tipi üstün otorite olarak adlandırılan hilafet, Osmanlıların sahip olduğu fiili güçle yakından alakalı olup Osmanlıların güçten düşmesiyle birlikte klasik hilafet yorumuna, sömürgeciliğe karşı siyasi güç ve cihat çağrısının kabul görmesi umuduyla geri dönülecek ve ne yazık ki İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirebilecek zannına kapılarak hilafetin harabına giden yol açılacaktır.
Son olarak ilave etmek gerekmektedir ki hilafetin bir unvandan daha fazlasını ifade etmesi için, ister klasik hilafet anlayışında ister üstün otorite olarak adlandırılan hilafet anlayışında Şeriat’ın devlet siyaseti ve kanunlarına tamamıyla tatbik edilmesi gerekmekte olup Yavuz Sultan Selim devrinde henüz örfi sahanın şeriat alanına görece kapalı olmasına rağmen Şeyhülislam Ali Cemali, Kemalp Paşazade ve Ebussuud Efendiler ve Hilafet-i Ruy-i Zemin’in müdafisi Kanuni Sultan Süleyman’ın etkisiyle Şeriat gerek Osmanlı örfüne baskın gelerek öncelenecek gerekse de İslam aleminin diğer ülkelerinde de diplomatik baskılar vasıtasıyla hâkim konuma getirilecektir.