Hayâlinden gelir gam hâtıra cânâneden gelmez
Sitem hep âşinâlardan gelir bîgâneden gelmez
Son zamanlarda Anayasa değişikliğinin mevzubahis olmasıyla birlikte malum tasavvura evvel ve en tahkir edici eleştiriler çok manidardır ki, her türlü mefkurluğa körü körüne bağlanmış kesimlerden hatta ve hatta muhalif cenahtan gelmiş olup en büyük savuntu ise Anayasa namlı belgeye aykırılıktır. Ama hiç eğip bükmeden peşinen söyleyebiliriz ki bizim derdimiz de husumetimiz de zaten sizin Anayasa’nıza yönelmiş vaziyettedir. Onlar ki sözde muhalif özde fi tarihinin kronikleşmiş iktidarıdır, iktidarsızlık onlara musallat edilmelidir. Mazallah ki iktidar onlardan kayar korkusu, elan gerçeğe dönüştürülmelidir.
Kuru bir hamasetle birlik, bütünlük, bölünmezlik yaygarası koparanlar bilsinler ki Anayasa’nız bizi bağlamamaktadır. Sizin Cahiliye’nizden kalma her türlü geleneğiniz yahut kurucu ve dokunulmaz değeriniz bizim ayaklarımız altındadır.
Bu topraklarda bir asrı geçkin bir süredir hürriyet diye canhıraş bağıranlar, her gayrımeşru hareketlerinde (ki onların her hareketi gayrımeşru olmasından ötürü gayrımeşru sıfatı yersiz kalmıştır) bir felaket ve harabe silsilesi başlatarak olmadık belaları başımıza bela etmek suretiyle olan hali de daha kötüye çevirmeyi ender bir başarı göstergesi kisvesiyle sunmuş ve gurura kapılmıştır. Halbuki gururun payına yeis, gaspınkine ise “hukuk” düşmüştür.
Ellerinde sallayarak sağa sola savurdukları o azimüşşan Anayasa’ları ise, tarihi bir hatalar silsilesi olan gaflet çukurunun derinliklerinden çıkarak tahakküm altına alınmış hukukun nasıl olabileceğinin en büyük nişanesi olarak arzı endam etmektedir. Müesses nizama yönelik her tehlike halinde revize edilen bu “irfan” dolu metin, haşa Gazi’den, mabad mıdır ki sırt dönmeye kalmadan fiyat biçile tüm cihana karşı?
O sahtekar sözde beyaz sekülerler ki beyazlığın ne olduğunu bilmezler, kozmopolitan bir yaşam tasviri olan beyazlığın namını kirleterek ötekileştirdikleri yeşilleri tarihin tozlu sayfalarında gericilikle suçlamak suretiyle kendi öcülerini yaratmışlardır.
Onlar ki cuntaları özlemekte, orduyla beraber Nasreddin Hoca’nın sopası olmakta ve askeri botların önündeki en büyük basamak taşına evrilmektedir.
Onlar, vuslat istedikleri mazilerinde hala korkulan zulümlerin faili ve efendileridir. Onlar ki Halife’nin ikâmetgahını bir taziye evine çevirmekte ve bunu kılıç hakkı saymaktadırlar madem ki, bize düşen şeref borcu da militanlaştırılmış bir demokrasinin en büyük meşruiyet kaynağı olan Anayasa’yı, kılıç hakkı olan yere yani taziye evine gömmekten ibarettir.
Hasmımız ki zikredilmesine gerek olmadan belirlidir, rakibimiz aşikardır ve fakat hedefimiz, devlet zorbasını her türlü kırbacından mahrum bırakarak ehlileştirmek ve kendisinden kerpetenlerle kopartılacak olan her türlü erki üleştirmektir. Bir zamanların en korkunç kırbacı olan yargı ise, devletin başına tutulan kılıç olarak ehlileştirmenin denetçisi ve en büyük bekçisi olacaktır.
Ne var ki kimsenin ağzına dahil almaması gereken ve bilinen öyle şeyler vardır ki, onların parazit iktidarını kül gibi savurarak adaletin ve hukukun ulaşması gereken yere taşınmasını kolaylaştıracaktır. Zira göklerde ve yerlerde olan her şeyi biliriz.
Yere göğe sığdırılamayan ulus(s)al hakimiyete dayalı egemenlikleri ise elbette bir zorlama ve dayatmadır, cebren ele geçirilmiştir ve fakat tarihe hakaretlerinin yerle yeksanı elbette gerçekleşecektir.
Daima sığındıkları “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” tabiri ise insanı şaşkın bir ahvale sürükleyecek kadar karmaşıktır, zira istibdattan kasıt kendileri midir yoksa hürriyet bir istibdat mı olmalıdır? Öyle hürriyetler vardır ki üç gün önceki ciğerini kediye bile layık görmeyen kasaplardan daha kifayetsizdir.
İlave edilmelidir ki hiçbir müesses nizam sürüp gitmez, hiçbir cebir ebedi değildir, hiçbir metin boynumuzdaki tasma değildir. Bilakis söyleyeceğimiz şey ayan beyandır zira alemlerin Rabbinin adıyla ve onun dahi ahitleştiği insana hürmeten;
Kahrolsun istibdat, yıkılsın ulus(s)al egemenlik, yaşasın kozmopolit yerellik