Herkesin muzdarip olduğu bir konu, adaletin yavaş işlemesi… Adaletin ayağı topaldır derler. Gerçekten de öyle. Anayasa Mahkemesinin son yayımladığı istatistikler de çok acı bir şekilde bu gerçeği yüzümüze vuruyor. Yargılamaların çok uzun sürmesi; hakkını arayanları bezdiriyor. Hele ki alacak davalarında davaya konu alacak miktarları dava süresi içerisinde enflasyon karşısında eriyip yok oluyor. Anayasa Mahkemesinin yayımladığı son istatistiklerde; Anayasa Mahkemesine yapılan başvuruların yaklaşık 71 bininde devletin(mahkemelerin veya herhangi bir devlet kurumunun) hak ihlali yaptığına karar verildiği, bu 71 bin hak ihlali kararının yaklaşık 57 bininin, yani &79’unun “Makul sürede yargılanma hakkının ihlali” konusunu içerdiği kayıtlara geçmiş durumda. Yani siz davada haksız çıksanız bile sırf mahkemelerde uzun süre süründüğünüz için Anayasa Mahkemesi makul sürede yargılanma hakkının ihlali sebebiyle lehinize tazminata hükmediyor. Gerçekten de bazen davayı kaybetmekten daha çok yıpratıyor uzun süre mahkemelere gidip gelmek.
Makul sürede yargılanma hakkı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6.maddesinde; “herkes davasının makul bir süre içerisinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.” Hükmüyle vücut buluyor. Burada en çok üzerinde durulması gereken husus, davanın ne kadar sürede içerisinde tamamlanmasının “makul” olarak kabul edileceği… Bununla ilgili tek bir kriter saymak güç. Her davanın özelliğine göre davanın ne kadar sürede tamamlanması gerektiğine karar verecek olan merci de Anayasa Mahkemesinin kendisi. Ancak ülkemizde; 2016 yılından itibaren “yargıda hedef süre” uygulamasına geçildi. Bu uygulama ile; davanın ilk açılış anında adalet bakanlığınca; o davanın sonuçlanması için hedef süre belirlenmeye başladı. Bu hedef süre içerisinde davayı sonuçlandıramayan hakimler; yargılamanın ne kadar uzun sürdüğüne dair mazeret bildirmek durumunda kalıyor artık. Gelin görün ki başlatılan bu uygulama ile ne yazik ki dava süreleri kısalmadı. Zira davanın hedeflenen sürede tamamlanmaması halinde herhangi bir yaptırım öngörülmemiş. Tabi burada düşünülmesi gereken soru şu; “davaların uzamasının sebebi hakimler savcılar mı?” Bir ölçüde belki bu yargılama süjelerinin de etkisi olabilir ama günah keçisi olarak hakimler-savcıları ilan edersek yanılmış ve sorunun asıl kaynağını göz ardı etmiş oluruz.
Mahkemelerinin iş yükünün çok fazla oranda artması sebebiyle duruşma aralıkları artık 8-9 ayı bulmaya başladı. Bir davanın ortalama 5 duruşmada bittiği varsayımında, bir davanın 3,5 yıl süreceği sonucuna ulaşabiliriz. Ki inanın bana Türkiye’de bir davanın 5 duruşmada bitmesi istisnai ve başarı olarak kabul edilebilecek bir durumdur. Yapılması gereken iki şey var aslında; duruşma aralıklarını kısaltmak ve duruşma sayılarını mümkün olduğunca en aza indirmek. Duruşma aralıklarının azalması için öncelikle mahkeme başına düşen dava sayısının azaltılması gerekiyor. Türkiye’de her yıl yaklaşık 1000 yeni hakim-savcı göreve başlıyor. Diğer meslek gruplarındaki atamalarla karşılaştırdığımızda ve de mahkemelerin iş yükünün sürekli olarak arttığını düşündüğümüzde bu sayının ne kadar yetersiz olduğu gün yüzüne çıkıyor. Hakim-savcı sayılarının arttırılması, kalite düzeyinin düşeceği şüphesi uyandırdığından olacak ki her yıl alımlarda ciddi bir yükselme olmuyor. O zaman şu soru geliyor akıllara; Adalet bakanlığı, kendi hukuk fakültelerinden mezun olan öğrencilerine güvenmiyor mu? Kendi eğitimine mi güvenmiyor ki kalitenin düşeceği korkusuyla alımları artırmıyor?
Eğer ki duruşma aralıkları 1-2 aya inerse; davalarda 2 yıl kısalma olacak. Bu nedenle mahkeme başına düşen dava sayısının önemli ölçüde azaltılması elzem. Duruşma aralıklarının uzun olmasının tek nedeni mahkemelerin iş yükü değil tabiî ki. Katı bürokrasi kuralları içerisinde, liyakatsiz memurlar eliyle yapılan “tensip zaptı düzenleme”, “ara kararları yerine getirme”, “müzekkere yazma”, “tebligat çıkarma” gibi mahkeme işlerinin ağır ve yavaş yapılması nedeniyle hakimler; bir sonraki duruşmaya işlemlerin yetişebilmesi için uzun aralıklarla duruşma günü vermek zorunda kalıyor. Örneğin; diyelim ki bir devlet kurumundan getirtilmesi gereken bir evrak var. Mahkeme katibi; bu kuruma müzekkere yazarak evrakın gönderilmesini talep etmesi gerekiyor. Katibinin iş yoğunluğunun fazla olması veya kendisinin işlerini savsaklaması nedeniyle müzekkereyi çok geç gönderiyor. Sonrasında; müzekkere gönderilen kurumun evrakları göndermesi de aynı nedenlerle uzun zaman alabiliyor. Mahkemenin müzekkerenin yazılması için ara karar verdiği duruşma ile sonraki duruşma arasında eğer ki bu evrak getirtilememişse mecburen duruşma erteleniyor. Türkiye’de en çok karşılaştığımız sorunlardan biri. İşte hantal bir sistem yüzünden yargılama uzamış oluyor.
Alacak davaları; her ne kadar kesinleşmeden icra edilebilir olsa da uygulamada; davayı yerel mahkemede kaybeden taraf, istinafa başvurup icranın durdurulması kararı alarak davada verilen kararın uygulanmasını engelleyebiliyor. Böyle olunca davayı kazanan taraf; davanın istinaf ve temyiz incelemesinden geçerek kesinleşmesini beklemek zorunda kalıyor. Herkesin malumu olduğu üzere istinafa giden bir dosyanın dönmesi 3-4 yılı bulabiliyor. Sebep; yine iş yükü fazlalığı.. Türkiye’de 15 adet Bölge Adliye Mahkemesi, yalnızca 1 tane de Yargıtay var. Hal böyle olunca dosyalar biriktikçe birikiyor… İstinaf veya temyizin kaldırılması da mümkün değil zira herkes kendisi hakkında verilen yerel mahkeme kararının üst derece mahkemesi tarafından incelenmesini, gözden geçirilmesini denetlenmesini isteme hakkına sahiptir. Bu noktada; yetkili mercilerin, her iki tarafın haklarını dengede tutan, hızlı ve ivedi bir üst derece mahkemesi inceleme sürecinin sağlanması veya üst derece mahkemelerinin bir karar vermesi anına kadar davayı kazanan tarafın mağduriyet yaşamaması adına geçici tedbirler alınması konusunda elle tutulabilir faydalı adımlar atması gerekiyor.
Sonuç olarak; Türkiye’de uzun süreli yargılamalar insanları canından bezdiriyor, hakkını mahkeme yoluyla aramaktan korkar hale getiriyor. Hal böyle olunca haksız olanın yanına haksızlığı kar kalıyor. Haklı olan davasını kazansa bile, kendisini yıpratmış uzuuun bir dava sürecinin sonunda kazandığından ne tat alabiliyor ne de enflasyon karşısında eriyen dava konusu kazancının faydasını görebiliyor. Yetkili mercilerin bu konuya getirebilecekleri en güzel çözümlerden biri; uyuşmazlıkların arabuluculukta sulh yoluyla çözülmesini teşvik etmek, arabuluculukta anlaşma ile sonuçlanan dosyaların oranlarını artırmak olacaktır. “En kötü sulh, en iyi davadan iyidir.” Sanırım bu söz makul sürede yargılanamayan insanlar için verilebilecek en güzel tavsiyedir.