Noel Baba'yı hepiniz duymuşsunuzdur, peki Ayaz Ata'yı hiç duydunuz mu? Bu iki tarihsel figür gerçekte birbirinden farklı kişiler midir yoksa çeşitli kültür, inanç, coğrafya ve mitolojilerde karşılık bulmuş olan aynı karakterler midir?

   Genel itibariyle Türk kültüründeki Ayaz Ata geleneğinin Hristiyanlık'taki Noel Baba figürüyle bir ilgisi bulunmamaktadır ve Türklerdeki bu gelenek, Hristiyanlık'taki Noel Baba inancından çok daha eskilere dayanan mitolojik bir inançtır. Yapılan araştırmalar, Hristiyanlık'taki Noel Baba inancının Ayaz Ata'dan esinlenilerek ve kültürel bir etkileşim sonucunda ortaya çıktığını göstermektedir.

   Ayaz Ata, Türklerin Orta Asya’da yaşadığı eski çağlarda “soğuk tanrısı” olarak kabul edilmiştir, günümüzde özellikle Kırgızlar'da ve Kazaklar'da çok önemli bir ritüelin parçasıdır ve Noel Baba ile özdeşleşmiştir.

   Ayaz Ata, “Ayas Han ve Ak Ayas” gibi isimlerle bilinir ve ay ışığından yaratıldığı için ayın görüldüğü ancak soğuğun hâkim olduğu zamanlarda bu soğuk havaya neden olan varlıktır.

   Ülker burcunun altı yıldızından üflediği soğuk hava ile kışın gelmesini sağlayan Ayaz Ata, aynı zamanda bazı inançlara göre de soğuk havalarda evsizlere ve açlara yardımcı olur.

   Bazı kaynaklarda Ayaz Ata’nın Ayaz Han’dan bağımsız olarak Kazaklar'da, kışın karşılanması, ilk karın yağması, ilk soğuğun vurmasını kutlamak amacıyla yapılan soğumbamsı adlı eğlenceyle ilgisinin olduğu bilgisine yer verilmektedir.

   Kaynaklara göre, Ayaz Ata ve Ayaz Han’ın farklı kişiler olduğuna dair bazı bilgiler bulunmasına rağmen; soğuk ve kış temiyle ilgili olarak bu iki figür zamanla iç içe geçmiştir.

   Yazar Ummahan Öztürk tarafından kaleme alınan Ayaz Ata kitabı, Su İyesi, Tulyar ve kitaba ismini veren Ayaz Ata başlığını taşıyan üç güzel hikâyeden oluşuyor. Yazarın, hikâyelerin anlatımında hâkim bakış açısını kullandığı, zengin bir şahıs kadrosunun bulunduğu ve olayların çeşitli mekânlarda geçtiği eserde, tercih edilen edebî türün özellikleri dikkate alınarak olayların yaşandığı zaman dilimine dair belirgin bir bilgiye yer verilmiyor.

   Su İyesi adlı hikâye, henüz 10 yaşında olan Birsen isimli sevimli bir kızın, babaannesini kaybettiğini anlatan dramatik bir girişle başlıyor ve çocuk okur, Birsen karakteriyle hemen bir duygudaşlık kuruveriyor. Babaannesinin ölümünü bir türlü kabullenemeyen Birsen'in vücudunda birdenbire dermatolojik bazı problemler baş gösteriyor, bu bölümde öyküdeki gizem seviyesi yükseliyor ve daha sonraki süreçte ise Su İyeleri, Birsen'in eski görünümüne yeniden kavuşmasını sağlıyor.

   Birsen dışında hiçbir karakterin ismine yer verilmeyen, Birsen'in olayların merkezinde olduğu, hayal/hakikat çatışması üzerine kurulan ve hayat mucizelerle doludur, hiç beklemediğimiz anlarda karşımıza beklenmedik sürprizler çıkabilir mesajını veren hikâye aynı zamanda kurgusal ve fantastik nitelikler taşıyor.

   Gizemli ve ürkütücü bir atmosfer eşliğinde okuyucuya yansıtılan Tulyar'da, bilinmeyen bir topluluk kendileriyle aynı bölgede yaşayan köy halkının, o yörede hayatlarını idame ettirmesini istememektedir, bahsi geçen bu insanlar köy halkıyla aralarına tel örgü çekmiştir ve yaşanan olaylar köy halkını göç etmeye mecbur bırakmıştır. Tel örgü metaforu insanlar arasındaki kin ve nefreti sembolize ederken, misket, oyun ve bisiklet metaforu çocukluğun saf, masum yüzünü simgeliyor ve hikâyenin sonunda yetişkinler arasında çıkan sorunlar ne yazık ki en çok da hiçbir günahı olmayan çocukları etkiler, değerlendirmesine ulaşılıyor.

   Alper ve Ersin karakterleri üzerinden sevginin gücüne vurgu yapılan hikâyede, metnin satır aralarında yazarın, sınıfsız, sınırsız, silahsız, sömürüsüz ve saldırısız bir dünyanın özlemini çektiği dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmıyor.

   Çocukluk insanın anavatanıdır, her çocuk huzur ve barış içinde yaşamayı hak eder mesajını veren hikâyede sevginin mucizevi bir güç olduğunun altı koyu renklerle çiziliyor. Hikâyenin alt metninde, savaşları yetişkinler çıkartır ama mağdur olan her zaman çocuklardır tezini öne süren Tulyar, sevgi/nefret çatışması üzerine kuruluyor.

   Kitaptaki üçüncü hikâye olan Ayaz Ata, hikâye türünün imkânları içerisinde, bencillik/paylaşımcılık - birey/toplum - insan/tabiat - insan/mekân ve insan/zaman çatışması üzerine kuruluyor, zaman olarak kış mevsimi seçildiği kitapta, belirgin bir şekilde Ayaz Ata/Noel Baba imgelerine işaret ediliyor. Hikâyenin başkahramanı olan Ayhan üzerinden insanoğlunun kötücül doğası gereği sahip olduğu bencillik kavramı eleştiriliyor ve tarihin ilk gününden itibaren devam eden insan ve tabiat mücadelesine vurgu yapılıyor.

   Ziya Gökalp'in ifadesiyle komünal ve paylaşımcı bir yaşam tarzına sahip olan Türk milletinin bu özelliği, Ayaz Ata karakteriyle özdeşleştiriliyor.

   İnsanlar sahip olduğu zenginliği paylaştığı sürece her türlü zorluğun altından kalkabilir mesajını veren hikâye, ideal bir toplum düzeniyle huzur ve barış ikliminin tesis edilebileceği gerçeğini okuyucuya bir kez daha hatırlatıyor.

   Türk kültürüne ve Türk mitolojisine birçok göndermenin yapıldığı ve yer yer bazı arketiplerin kullanıldığı hikâyelerde yazarım, birdenbire hikâye anlatıcılığından masal anlatıcılığına geçtiği, geleneksel masal anlatıcılığına farklı bir boyut getirdiği, modern bir masal anlatımı oluşturmaya çalıştığı ve denemiş olduğu bu yöntemde de başarılı olduğu rahatlıkla dile getirilebilir.

   Masallardaki evrensel kurallar ölçütünde mutlu bir finalle noktalanan hikâyeler, çocuk okurun zevkle okuyabileceği ve edebî türlerin özelliklerini karşılaştırmalı olarak kavrayabileceği bir niteliğe sahip.

   Hayat mucizelerle doludur,

  Yeryüzünün her bir parçası bütün insanlık ailesine aittir. 

  Ve paylaşmak en yüce erdemlerden biridir.

   Sağlıcakla kalın, kitaplarla kalın.