‘Aile’ deyince, düşlerini bir apartmanın küçücük deposuna sığdırabilmiş kocaman yürekli çocuklar geliyor aklıma…
Anne ve babanın kendi amaçları, kendi gereksinimleri, çocukları hakkında ne düşündükleri ve onların bilinçaltı hesapları ile yaşanan bir ilişki biçimi düşüyor gözlerimin önüne…
Çocuklarının ne olduğu ile değil de çocuklarının ne olması gerektiği ile ilgilenen bir toplumun küçük birliklerini görüyorum her yanımda…
Oysa ‘aile’ kavramı, bir çocuğun hem ait olmasını hem de birey olmasını içerir. Yani aslında ikisinin de aynı anda var olmasını gerektirir.
Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar ve kardeşlerin bulunduğu bu küçük birliklerin içinde yaşanan ilişkiler aile kavramını tam anlamıyla tanımlayamaz diye düşünüyorum. Çünkü biyolojik ana-babalık bellidir. Kan bağını gösterir.
Çocuklarıyla arkadaşça bir düzeyde konuşamayan bir baba, çocuklarına özgürlük tanıyarak onların kendi davranışlarından sorumlu bir duruma gelmelerine olanak tanımayan bir anne, biyolojik anne ve baba olmaktan öteye gidemez…
Oysa ben bir çocuğun biyolojik annesinin ve babasının olmasından daha önemli olan şeyin psikolojik olarak bir anne ve babaya mensup çocukların olduğu bir aile düşlüyorum. Çünkü psikolojik ana-babalık bir çocuk yetiştirirken, o çocuğu ruhen nasıl var ettiğimiz ile ilgilidir.
‘ben merkezli’, otoriter, sinirli, kendi dediğinin ötesinde başka hiçbir görüşe ilgisi olmayan, herkesin kendisinden çekinmesini isteyen bir baba, kendi çocuğunu yetiştirmekte ve onun ruhen gelişmesinde ne kadar etkili olabilir ki?
Hiç düşündünüz mü?
Biyolojik annesi ve babası olan bir çocuğun aslında psikolojik olarak öksüz kalabileceğini! Yani aslında o çocuğun potansiyelinin gelişmesi ve eğitimiyle hiç kimsenin ilgilenmediğini ve potansiyelini geliştirmek üzere değil de özellikle potansiyelini budamak üzere ana-babalık yaptığımızı!
Aile içindeki ilişkiler kalıplaşmış ve katı rollere dayalı ise, bir çocuğun iç dünyasında daha zengin olmasını, dünyayı çok boyutlu görmesini ve o çocuğun hoşgörülü olmasını bekleyemeyiz. Bu nedenle diğer bir gerçekliğimiz olan ‘ eğitim’ kavramından da bahsetmek gerekir.
Eğitim, çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini alabilmeleri için gerekli bilgi, beceri ve anlayışlarını elde etmesi, kişiliklerini geliştirmede okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı olarak yardım etmek için kullanılan bir araçtır. Kısaca eğitimi davranış değiştirme süreci olarak da tanımlayabiliriz
Aslına bakarsanız ben, eğitimin üretim için gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü ‘eğitim’ düşünmemize yardımcı olur. Eğitim sürecinde biz insanlar mutlaka bilinenden bilinmeyene doğru hareket ederiz ve böylece bilinmeyeni de bilmeye çalışmış oluruz.
O halde eğitimin sonucunda bildiklerimizi geliştirmek ve daha faydalı bireyler olabilmek için üretmek durumundayız. Okumayan, bildiklerini geliştirmeyen öğretmenlerin sözüm ona eğittiklerine baktığımızda, eğitimde üretimin gerçekleşmesi bu ülkede çok da kolay gözükmemektedir.
Bu nedenle toplumun sürekliliği için eğitimin olması gerektiğine inanan ünlü Fransız Sosyolog Durkheim’ın dediği gibi, eğitimi yetişmiş kuşağın birikimlerini, yetişmekte olan kuşağa yöntemli bir şekilde aktarmamız gerekir.
Çocuklarımızın manen daha ileriye gitmesi ve onların insan-i kâmil mertebesine yükselmesi için iki önemli gerçekliğin ‘aile ve eğitim’ olduğunu unutmamak dileğiyle…