Nasrettin hoca merhumu ülkemizde hatta İslam aleminde tanımayan yoktur sanırım.

Nasrettin hoca tahminen bundan yedi asır evvel (1208/1284 yılları arasında) Anadolu muzun bağrında Selçuklular döneminde Akşehir de yaşamış ünlü bir bilge kişimizdir. Nasrettin hocayı diğer alim ve bilge kişilerden ayıran bir özelliği vardır ki o da vermek istediği dersi mizah tarzın da anlatarak dinleyenlerini bir yandan güldürerek öte yandan bilinçlendirmesidir. Bu tarz hem hocanın hem de bu toplumun içinden çıkan bizlerin zenginliğidir, işte bu yeteneğinden dolayı fıkraları yüzyıllarca unutulmamış Müslümanların hakim olduğu coğrafyalarda her ortamda ve nesil den nesle bir kültür mirası olarak anlatılıp aktarılmış.

Hocanın bu nefis fıkraları dinleyenleri güldürüp neşelendirirken aynı zamanda da fıkralarının içindeki ( Geneli İslam ahlakına dair) fazilet ve Erdemler le de insanları eğitmiştir. Hocanın fıkraları belirli zümreler tarafından değil, şehirli, köylü, zengin, fakir, Alim, Cahil her kes tarafından söylenip dinlenmiştir ve şaşılacak tarafı da tazeliğini ve güncelliğini kaybetmeden günümüze kadar gelmiş ve hala her kesim tarafından beğenilerek söylenip dinlenmiştir, bu da Nasrettin hocanın kerametlerinden birisidir hiç şüphesiz, Allah ona rahmet eylesin.

                                                           ***

Rahmetli hocamızın binleri aşan fıkraları vardır ve belki de birçoğu toplum tarafından onun adına uydurulmuştur, bizler onun fıkralarına yaklaşırken İslami çerçeve dışındakileri ayıklayıp öyle bakmalıyız tabi ki.

İşte o fıkralarından birisi;

Hoca merhum günlerden bir gün komşudaki verilen bir ziyafete gider. Üstüne başına özen göstermeden gündelik iş elbiseleriyle gitmiştir bu ziyafete. Ama Hoca ne görsün kendine hiç mi hiç itibar yoktur. Sofraya davet edilmediği gibi hiç itibar görmez ve tabiri caizse “Adam yerine konmaz”, bu hocamızın zoruna gider ve sessizce oradan evine gelir ve bayramlarda giydiği yakası samur kürkünü giyer en güzel sarığını sarar, üstüne başına biraz çeki düzen verir ve ziyafet evine geri döner. Bu sefer Hoca Nasrettin kapıda karşılanır ve hürmetin bini bin paradır. “Aman hocam hoş geldin”, “Hocam şöyle üst tarafa buyurun”, “E, hal hatır nasıl Hocam”, gibi gönül alıcı iltifatlara boğulur.

Hoca sofraya davet edilir Hocada sofraya oturur, sofrada envai çeşit yemek vardır ve başlar herkes bu enfes yemeklerden yemeğe.

Ama ortada garip bir durum vardır herkes yemekleri kaşık kaşık ağzına götürürken Hoca Nasrettin kürkünün eteğini eliyle toparlayıp yemek tabağına uzatarak bir taraftan da sesli olarak;

-Ye kürküm ye, der.

Davetliler ve ev sahibi şaşırmıştır Hocanın bu garip haline. Sonunda ev sahibi dayanamaz ve sorar Hoca merhuma;

-Aman Hocam ne yapıyorsunuz öyle, hiç kürk yemek yer mi?

 Hocanın beklediği an gelip çatmıştı Ev sahibinin yaptığı edepsizliği ona anlatmalıydı ve taşı gediğine koymalıydı. Şöyle dedi Hoca Rahmetli;

-Bre köftehor! Bende biliyorum Kürk yemek yemez, ama ben bu ziyafete gündelik eski elbisemle geldim sen ne beni karşıladın ne de sofraya davet ettin, bende kürkümü giyip geldim ve itibar gördüm demek ki senin kıymet verdiğin ben değil kürkümmüş. Öyleyse bu yemekleri ben değil kürküm hak etmiş, işte bende yemeği kendim değil kürküme yedirmeye çalışıyorum, demiş.

Komşu hatasını anlayıp Hoca merhumdan özürler dilemiş ama olanlar bir kere olmuş. Ve bu olay bir darbı mesel olarak bir Nasrettin Hoca fıkrası olarak Altı yüzyıldır anlatılagelmiştir.

                                                            ****

Toplum olarak Nasrettin Hoca merhumun fıkralarını neşeyle anlatır kahkahalarla gülerek dinleriz, ama şuna pekte dikkat etmeyiz, Hoca rahmetli bu fıkraları ve darbı meselleri komiklik olsun diye ya da sırf gülmemiz için mi söylemişti? yoksa bizlerin ibret alıp ta kendimizi düzeltmemiz için mi söylemişti?

Evet Nasrettin Hoca fıkralarının bir çoğunun dayanağı “İslam’i kurallara” dayanır ve yegane gayesi “İslami ahlak” ilkelerini topluma benimsetmektir.

Ye kürküm ye fıkrasının temelinde; Soya, sopa, zenginliğe, eşyaya, mevkiye, makama, elbiseye, binite değil insanın şahsiyetine önem verilmesi Hakikat’ı yatar.

Yine bu fıkra da anlatılan meselenin özünde İslam dininin; “Hepiniz Ademden Adem topraktan yaratılmıştır kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur Allah katında en üstününüz Allahtan en çok korkanınızdır” düsturu yatar.

İşte hoca rahmetli bize bu fıkrasında bu gerçekleri anlatır ama nafile yedi yüzyıldır anlatılmasına rağmen hala insanlar;

“En Zenginin”

“En ihtişamlı evlerin”

“En iyi bineceğin”

“En yüksek makamdakinin”

“En şöhretlinin”

“En lüks giyinenin”

Büyüsüne kapılmış, o kişi ve zümrelerin ahlaki ve insani değerlerine bakmadan ve araştırmadan sırf  sahip oldukları dünyalıklar dan dolayı onların yakınında olmayı, onları tanımayı, onlarla samimi bir dost olmayı bir marifet olarak kabul etmişlerdir.

Aslında bu davranışta gizli bir menfaatperestliğin yattığı bir gerçektir. İnsan oğlunun genelinde çoklukla, makam ve çevre ile övünme hisleri mevcuttur. Hep çevresinde zengin, etiketli, makam ve mevki sahibi insanların olmasına özen gösterenler aynı zamanda toplumun alt tabakasını teşkil eden işçi, fakir, eğitimsiz kişilerle ilgilenmeyip onların topluluğuna uğramadığı gibi onların meclislerinde bulunmalarını da bir nevi aşağılanma olarak kabul ederler.

Bu ise apaçık bir CAHİLİYE adetidir. Mekkeli müşrikler hazreti peygambere; “Ya Muhammet, biz seni dinlemek istiyoruz ama yanındaki fakir, işçi, köle ve esirleri kovmaz san yanına gelmeyiz” manasında sözler etmesi üzerine Allah u Teâlâ şu ayeti nazil etmiştir;

“Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek ona yalvaranları huzurundan kovma” (Enam suresi ayet 52).

Demek ki Rabbimiz bizlerden insanları sosyal mevkilerine göre ayırarak menfaat sağladıklarımızı sevip, fakir fukaraya değer vermeyip onları horlamamızı istemiyor. Ve İslam bu davranışı Cahiliyet fikri olarak kabul edip şiddetle reddediyor.

Zira, bizlere getirdiği son din İslamiyet le şereflendiren yüce peygamber şöyle buyuruyor;

“Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz, fakat o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar”     (Müslim, Birr, 33; İbni mace Zühd, 9).

Evet Nasrettin hocanın Ahirete göçmesinin üzerinden koca bir yedi yüz yıl geçti. Ama hala insanların birçoğu mala, mülke, makama, diplomaya ve sosyal statüye olduğundan fazla önem verip bu konumdaki insanlara insan üstü varlıklarmış gibi davranıp onların teveccühünü kazanmayı bir marifet sayıp, bu konuma sahip olmayan kişileri hor görüp yok saymaya devam ediyorlar.

Aslında bu gibi davranışlar İslam’ın kabul etmediği “Cahiliyet” kalıntısı davranışlardır.

Bu hareketlerin temelinde, şerefi ve izzeti Allahtan ve dininden beklemek yerine makam ve mevki sahiplerine yakınlaşmakta görmektir.

Nasrettin hocanın bu fıkrasından bize düşen hisse;

Kişinin kılık kıyafetinden ve sahip olduğu mallardan ve işgal ettiği mevki ve makamdan ziyade, ahlakına, edebine, erdemine ve insanca davranışlarına önem vermemizdir.

Gerisi menfaatperestlikten başka bir şey değildir.

                                                   **************