Roman, yazarın insanı ve hayatı kendi zihin dünyasına göre yeniden yorumlama çabasıdır. 

   Roman, hikâyeden daha uzun bir hacimde, kişi, yer ve zamana bağlı kalınarak kurgulanmış olayların nesir tarzında hikâye edilmesidir.

   Okuyucunun romanlardan bu kadar çok etkilenmesinin nedeni, yazınsal kurgudaki anlatının bir yandan okurun tüm duyularını ve duygularını değiştirmesi bir diğer yandan da okuru düşünmeye yöneltmesidir.

   Roman, Türk Edebiyatı'na, I. Dönemi'nde daha çok romantizmin, II. Dönemi'nde natüralizm ve realizm akımının benimsendiği Tanzimat'la beraber ve Yusuf Kâmil Paşa'nın Fransız yazar Fenelon'dan çevirdiği Telemak adlı eserle girmiştir. Bu dönemde, Şemsettin Sami'nin 1872 yılında yazdığı Taaşşuk - ı Talat ve Fitnat adlı eseri ilk yerli roman olarak kabul edilmektedir. Aşk-ı Memnu (1900) isimli eserse Batılı anlamda teknik açıdan en güçlü roman olarak değerlendirilmektedir. Dünya edebiyatında ilk roman örneği ise 1614 yılında Cervantes'in yazdığı Don Kişot olarak bilinmektedir.

   Tanzimat Dönemi’nin Türk edebiyatına en büyük katkılarından biri bir roman okuyucusu yetiştirmesi yani Tanzimat'ın, roman özelinde bir okuyucu kitlesi yaratmış olmasıdır. Bu noktada Ahmet Mithat Efendi'nin çok büyük bir katkısı bulunmaktadır. Ahmet Mithat Efendi romanlarında, Batı romanıyla, Türk halk hikâyelerini sentezleyen bir üslûp benimsemiştir. Namık Kemal ise eski gelenekten çok fazla yararlanmadan tamamen Batılı bir roman anlayışını önemsemiş ve eserlerini bu şekilde yazmaya çalışmıştır. 

   Doğu - Batı meselesi 1960 yılına kadar Türk Edebiyatı'nın en temel konularından biri olmuştur. Tanzimat edebiyatı da genellikle Doğu - Batı çatışması üzerine kurulmuştur.  

   Romanın estetik temelini atanlar Servet- i Fünûnculardır. Servet-i Fünûncular, Tanzimat romanlarındaki teknik kusurlardan tamamen arınmışlardır ve daha modern bir roman tekniği oluşturmuşlardır. Tanzimat edebiyatı ve sonraki dönemlerde yazılan romanlar, cumhuriyet dönemi romanına zemin hazırlamıştır.  

   Cumhuriyetin ilk yıllarında konu olarak daha çok Kurtuluş Savaşı ve yeni bir devletin kuruluşuyla bu konunun türevleri işlenmiştir. Aydınların birçoğu Anadolu'yu Kurtuluş Savaşı'yla birlikte tanımıştır. 1923 - 1950 yılları arasındaki Türk romanında, gerici/ilerici - yobaz/aydın çatışması üzerine kurulan birçok roman yazılmıştır.

   1911 - 1923 yılları arasındaki Milli Edebiyat Dönemi'nde eser veren Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar ve Reşat Nuri Güntekin gibi yazarlar cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yine bu anlayışla memleket edebiyatına bağlı kalarak eserler vermeye devam etmiştir ve bu akım (Atatürk Dönemi Edebiyatı) 1940'lı yıllara kadar sürmüştür.   

   Türkiye, her ne kadar 1939 - 1945 yılları arasında dünyada cereyan eden II. Dünya Savaşı'na katılmasa bile bu savaşın Türk toplumundaki ekonomik, siyasi ve toplumsal etkilerini o dönemde yazılan bazı romanlarda görülmektedir. II. Dünya Savaşı'nın getirdiği yokluk ve sefalet, yine bu dönemde giderek artan sanayileşme ve köyden kente göç temaları, romanlarda merkeze alınan konular arasında bulunmaktadır.  

   Özellikle 1923 - 1950 yılları arasında Türk romanı çok daha büyük bir gelişim göstermiş ve daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Bu dönemde yazılan romanlar daha çok gözlemci gerçekçiliğe yani realizme bağlı kalınarak yazılmıştır. Değişen üretim araçları ve tarımdaki sanayileşme romanlardaki konu seçimleri açısından etken olmuştur. 1923 - 1950 yılları arasında yazılan romanlarda Turancılık, Türkçülük gibi ideolojik romanlara daha az rastlanmaktadır. Romancılar, daha çok Misak-ı Millî ile belirlenen ve Anadolu coğrafyasını kapsayan mikro bir milliyetçilik diye de ifade edilebilecek olan bir dünya görüşünü benimsemişlerdir.

   Bu dönemde yazılan bazı romanlar, cumhuriyeti, inkılapları ve kurumlarını Türk halkına tanıtmak, Türk milletinin bu devrimleri benimsemesini sağlamak ve Türk halkına bir yurttaşlık bilincini aşılamak gayretini taşımaktadır. Söz konusu bu romanlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üç temel felsefesini yani halkın egemenliğini, çağdaşlığı ve laikliği halka benimsetmek amacını taşımaktadır. 

   Kitapsız yaşamak kör, sağır ve dilsiz yaşamaktır...